1

ORMANCILAR KONUŞUYOR: Feyyaz AŞKIN

ORMANCILAR KONUŞUYOR: FEYYAZ AŞKIN, Tse Uzmanı 




ORMANCILAR KONUŞUYOR: HASAN TÜRKYILMAZ

ORMANCILAR KONUŞUYOR: HASAN TÜRKYILMAZ, OMO GENEL BAŞKANI







ORMANCILAR KONUŞUYOR: İSRAFİL ERDOĞAN

ORMANCILAR KONUŞUYOR:
İSRAFİL ERDOĞAN, ARAŞTIRMACI YAZAR








ORMANCILAR KONUŞUYOR: MAHMUT TEMEL

ORMANCILAR KONUŞUYOR:
MAHMUT TEMEL, TİKA YARDIM GÖREVLİSİ








ORMANCILAR KONUŞUYOR: MUSTAFA ÖNCER

ORMANCILAR KONUŞUYOR:
MUSTAFA ÖNCER, VERİMLİLİK UZMANI







ORMANCILAR KONUŞUYOR: TALİP KAVLAK

ORMANCILAR KONUŞUYOR:
TALİP KAVLAK, RESSAM







ORMANCILAR KONUŞUYOR: FARUK İLGÜY

ORMANCILAR KONUŞUYOR:
FARUK İLGÜY, AÇIK SU YÜZÜCÜSÜ







GELENEKSEL TÜRK OKÇULUĞU





SALİH PARLAK

1972 yılında İzmir Menemen Çukurköy’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini doğduğu köyde, liseyi ise Manisa Beydere Ziraat Teknik Lisesinde tamamladı. 1996 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi Orman Fakültesi Orman Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Ziraat Teknisyeni olarak Kars ve Trabzon’da çalıştıktan sonra orman mühendisi olarak Artvin’e atandı. 2000 yılında ise Ege Ormancılık Araştırma Enstitüsü Müdürlüğünde mühendis ve enstitü müdürü olarak görev yaptıktan sonra 2015 yılında Bursa Teknik Üniversitesi Orman Fakültesi Orman Mühendisliği bölümüne öğretim üyesi olarak geçti. Halen Doçent öğretim üyesi olarak görevine devam etmektedir.

 

GELENEKSEL TÜRK OKÇULUĞU

(Röportaj: Erhan KILIÇ)

Geleneksel Türk Okçuluğuna nasıl heves ettiğim bana sıklıkla sorulmaktadır. Birçok meslektaşımızın gibi benim de hayatımın liseye kadar olan kısmı köyde geçti. Babam ileri yaşına rağmen köyde hala çiftçilik yapıyor. Tabi köyde doğmuşsanız ve belli bir yaşa kadar büyümüşseniz oynadığınız oyunlar da köy ortamında bulabildiğiniz eşya yada malzemelerle oluyor. Eskiden şimdiki gibi istediğiniz oyuncağı alabileceğiniz imkanlar yoktu. Biz de kendi oyuncağımızı kendimiz yaparak oyunlar oynardık. Her oyunun da bir zamanı vardı; uçurtma zamanı, biz “karalık” derdik çember çevirme, şanslı olanlar motosiklet lastiği kullanırdı, sapan zamanı gibi. Okçuluk zamanı ise genelde ilkbahar ve sonbahar olurdu. Yay yapmak için köyde bulabildiğimiz en iyi yaylık malzeme hayıt veya incirin bir yıllık taze ve esnek sürgünleri olurdu. Hayıttan yapılan yay daha güzel olurdu ama bir yay boyunda düzgün ve dalsız büyümüş hayıt bulmak zordu. İncir ağacının sürgünleri de hayıt kadar kaliteli olmasa da bol bulunduğundan çok kullanırdık. Yayın kirişi için ise bulabilenler eski üzüm ve pamuk çuvalların dikildiği kalın pamuk iplikleri vardı onları kullanırdı. Eski lastikleri yakarak içindeki çelik telleri çıkarırdık ve bunu kullanmayı keşfettim. İpliğe göre çok daha verimliydi. Okları ise yabani güllerin dipten çıkan düzgün sürgünlerinden yapardık. Uçuşları çok iyiydi. Bunların kabuğunu çakı ile soyar hemen yaşken ateşte düzeltir ve kalın uçlarına çivi takardık. Evimizin önünde eski bir tahta kapı vardı, onu hedef tahtası yapardım. Sonra kendi aramızda uzağa atma-menzil-yarışmaları yapardık. 80-100 metre civarında attığımız olurdu.

               Üniversite ve iş hayatı derken çocuklukta kalan okçuluk hevesi Ege Araştırma Enstitüsü Müdürü olduğum 2008 yılına kadar adeta küllenmişti. Bir gün öğle arasında geleneksel okçulukla ilgili araştırma yaptım internetten. Bazı temel bilgiler var fakat bu işi yapan ve öğrenebileceğim kimse yok. İstanbul’da birkaç derneğe mail yazdım. Sağ olsun burada adını zikretmeden geçmeyeceğim Tirendaz Derneği başkanı Dr. Murat ÖZVERİ geri döndü. Tabi ben de bu arada İzmir’de okçuluk kursu alabileceğim bir yer araştırıyorum. Büyükşehir belediyesinin var ama yaşımız geçmiş, çocukları kabul ediyor haklı olarak. Murat Hoca İzmir’de yay yapan çok iyi bir usta olduğunu ve Karşıyaka’da oturduğunu belirterek telefon numarasını da yazmış. Aradım, Süleyman Cem DÖNMEZ hoca, sonradan birkaç ortak tanıdığımız çıktı. Randevu aldım gittim tanıştım Süleyman Hocayla. Yay yapımı konusunda hakikaten kendini bu işe adamış, çok mütevazi ve mükemmel yaylar yapan bir insan. Tabi sonradan Dr. Murat ÖZVERİ hocamızla görüşmelerimiz devam etti. O kadar işinin arasında İstanbul’dan kalktı geldi, temel atış tekniklerini gösterdi. Bir de 2-3 ay boyunca PVC borulardan yaptığımız kepaze ile “çile çekerek” çalıştık ve duruş ve çekiş tekniğimizi geliştirdik. Zaman zaman videolar çekerek gönderdik, Murat hoca hatalarımızı düzeltti. Tirendaz İzmir şubesini kurduk. Daha sonra yakın atış eğitimi için tekrar geldi ve bu 3 aylık çile çekme eğitiminden sonra Macar Grozer yaylarımızı getirdi. İlk yayım bu 55 librelik Grozer’dir. İlk temel okçuluk eğitimlerimi de Dr. Murat ÖZVERİ hocadan aldım, kendisine buradan sonsuz teşekkür ederim. Okçuluğa başlayışım da uzun bir aradan sonra böyle oldu.

Benim asıl merakım biraz da tarihi kaynaklardan beslenerek öğrendiğim Türk yayının özellikleri ve diğer yaylardan üstünlüklerine yoğunlaştı. Süleyman Hocayla tanıştıktan sonra Aliağa’da bulunan atölyesine gittim. Tabi mesleki olarak ağaç bilgisi de olduğundan Süleyman hocanın anlattıklarını can kulağıyla dinliyorum. Bahsettiğim 2008-2009 yılları. Türkiye’de yay yapan neredeyse yok, Süleyman Hoca da 10-15 yıldır kendini bu işe adamış, kendi imkanlarıyla yapmış her şeyi. Birçok aşamayı deneme yanılma yoluyla tecrübeyle bulmuş. Daha sonra hocaların hocası diye niteleyebileceğimiz, şu anda dünyadaki en iyi Türk yayı ustası Adam KORPOWİCZ ile tanışmış, Kanada’ya gidip gelmiş, Adam hoca Türkiye’ye gelmiş ve ondan tekniklerini alarak kendini geliştirmiş. Ben de yay yapımına başladıktan sonra Süleyman Hocanın yanına giderek aşama aşama anlattı bildiklerini, bazı hususları göstererek öğretti. Yay yapımı çok zahmetli ve uzun süren bir uğraş. Gerçekten çok sabır ve el becerisi gerektiriyor. Bir de malzeme bulma konusunda sıkıntı yaşıyorsunuz. Örneğin uygun ağaç temini, boynuz ve sinir temini, deri ve balık tutkalı bulma vb. birçok malzeme hazır satılmıyor. Sağ olsun Süleyman Hoca bu konuda da bana çok destek oldu.

2015 yılında Orman Genel Müdürlüğü rotasyon uygulamasından sonra benim tayinim Trabzon’a başmühendis olarak çıktı. Bu arada tabi Trabzon’da da yaylık ağaç aradım ve buldum. İşletme şefi arkadaşlarım da yardımcı oldular, yaylık akçaağaç temin ederek ambarla İzmir’e gönderdim. Kendim Trabzon’dayım ama bir yandan da bu işlerle uğraşıyordum. Ağaçları kurutarak yaylık lata şeklinde kestim. Tabi bunun öncesinde de İzmir keresteciler sitesini mesken tutarak yaylık akçaağaç aramalarımı da belirteyim. Her şey malzemeden başlıyor ve iyi malzeme kullanmak gerekiyor. Çünkü iyi bir yay 200 yıl kadar kullanım ömrüne sahip.

İzmir’de iken Süleyman hocanın yanına zaman zaman giderek aşama aşama yay yapımını öğrenmeye çalıştım. Yay yapımı için pahalı alet edevat gerekmiyor aslında. Küçük el aletleri ile başlayıp çok rahatlıkla yay yapmak mümkün. Ancak kesim işleri için küçük de olsa atölye niteliğinde bir yerin olması çok iyi olur. Bursa Teknik Üniversitesine geçtikten sonra üniversitemizin öğrenci topluluklarından Ata sporları ve izcilik topluluğunun akademik danışmanlığını üstlendim. Ayrıca Türkiye’deki üniversitelerde ilk kez “Türk Okçuluğu ve Yay yapımı” adında sosyal seçmeli ders açtık çok rağbet gördü öğrencilerden. Okçulukla ilgili çalışmalara yaylar ve oklar alarak öğrencilere eğitim vermeye başladık. Bu arada peyderpey ben İzmir’deki yay yapım malzemelerimi Bursa’ya taşıdım. Sağ olsun Rektör Hocamız Prof. Dr. Arif KARADEMİR ve Genel Sekterimiz Prof. Dr. Sami İMAMOĞLU hoca alet-makine ve atölye kurulumu konusunda çok destek oldular. Yay yapım faaliyetlerimize şimdi bu atölyede devam ediyoruz.

Geleneksel Türk Okçuluğu özünde ecdadımızın mükemmel hale getirdiği Türk yayı ve okunu konu alan bir savaş silahı ve sanatımızdır. Tarihçilerimizin de üzerinde önemle belirttiği gibi eğer atalarımız Türk yaylarını bu kadar mükemmel hale getirmeselerdi savaşlarda üstünlük sağlamaları bu kadar kolay olmayabilirdi. Düşünün, düşman size yaklaşmadan binlerce ok yağmuruna tutuyorsunuz, çadırlarını yakıyorsunuz, ıslık oklarıyla psikolojik olarak moral bozuyorsunuz. Tabi ok yeri gelmişken söyleyelim, haberleşme aracı olarak kullanılmıştır savaşlarda. Şimdiki gibi iletişim teknolojileri olmadığından savaş hengamesi içerisinde binlerce askeri sistemli bir şekilde sevk etmek ıslık oklarıyla yapılmıştır. Zamanımızın en iyi silah teknolojisi neyse, Türk yayı da o mükemmeliyettedir. Hakikaten gelişigüzel yapılmış değil, tam bir mühendislik hesaplamasıdır. Uzun yıllar ordudaki en etkili silah olarak kullanılmıştır. Hatta ateşli silahlar çıktıktan sonra bile ilk zamanlardaki dezavantajları nedeniyle ok ve yay bir süre daha savaş silahı olarak kullanmıştır. Daha sonraları ise bir spor ve gösteri aracı olarak ok yayın kullanıma devam ettiğini görüyoruz. Tabi ok ve yay yapan ustalar de her zaman itibar görmüş, değerli hediyeler verilerek taltif edilmiştir. Bu konuda Ünsal YÜCEL hocamızın eserlerinde çok detaylı bilgiler bulunmaktadır. Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra yay yapımı ve okçuluk daha çok önem kazanmış ve dini ritüeller de eklenmiştir. Okçuluğa değinen Ayet yorumları olduğu gibi dolaylı veya doğrudan kırka yakın hadiste de okçulukla ilgili konulara değinilmektedir. Tabi dini inanışın da desteklemesi ok ve yaya verilen önemi artırmış ve emir telakki edilerek ecdat tarafından adeta zirve noktasına taşınmıştır. Toplumumuz güreşi ata sporu olarak bilir ve sahiplenir. Bu ata sporumuz kadar da okçuluğumuz ata sporumuzdur ve sahiplenilmesi gerekir. Bu konuda son yıllarda çok güzel gelişmeler olmuştur ve bu gelişmede özellikle TRT tarafından çekilen tarihi dizilerin çok önemli rolü vardır.

Bazen soruluyor, her okçu kendi yayını yapmak zorunda mıdır? Elbette değildir, yay yapımı adeta bir sanat olarak telakki edilmiş ve hassasiyet gösterilmiştir. Yayın kullanıldığı zamanlarda askeri yay yapan ustalar olduğu gibi, yetişmediği zamanlarda sivil yay yapan ustalardan da faydalanılmıştır. Şimdiki Okçular Vakfının bulunduğu yer olan Okmeydanı’nda 200 den fazla yaycı esnafının olduğu biliniyor. Bu yaycı esnafı da her biri adeta kendi tarzını ve yay yapım usulünü geliştirmiş ve özellikle menzil yarışlarında ok ve yayı dereceye giren ustalara da padişah tarafında çeşitli hediyelerin verildiğini görüyoruz. Yay almak veya yaptırma isteyen kişinin de fiziki özelliklerine göre tahmin ediyorum, sipariş yayların da yapılmış olması gerekir. Kişinin kol boyuna göre çekiş mesafesi değişeceğinden yayın büyüklüğünün değişmesi de mümkündür. Fakat Topkapı Sarayındaki Orijinal Türk yayları üzerinde yaptığı ölçümlerde Adam KORPOWİCZ yay boylarının 113-125 cm, çekiş kuvvetlerinin ise 80-240 libre arasında değiştiğini ifade ediyor. Bu gösteriyor ki standart bir üretim yok ama kullanıcının özellikleri, yayın kullanım amacı, darp yayı olarak mı, menzil yayı, veya savaş yayı olarak mı kullanılacak bu hususlara göre de yayım yapım tekniğinin ve boyutlarının biraz farklılaşması gerekir. Uzun süren bir çalışma ve ustalık gerektirdiğinden her okçunun yayını yapması teknik olarak mümkün olmayabilir. Ama ilginç bir husus da şu; ünlü hattatların birçoğunun aynı zamanda kemanger veya kemankeş olduğunu görüyoruz. Bunun bir sebebi hattatların çalışmaları esnasında yazıları elleri titremeden yazabilmeleri için sürekli okçuluk eğitimi yaptıkları bilinmektedir. Bir diğer husus ise yayın tezyinatını hattatların titizlikle yapmalarıdır.

Türklerde yarışmaların ve oyunların eğlence yönü olduğu gibi savaşa hazırlık tarafı da vardır. Bu açıdan bakıldığında okçuluk yarışmalarına da çok önem verilir ve kazananlara şimdikinin olimpiyat şampiyonu gibi muamele edilerek taltif edilirdi. Tabi bu yarışmaların kategorileri de olurdu. Ayrıca okçular tekkesinin kendine has kuralları vardı ve bu kurallar herkes için aynıydı. Yani vezir-i azam da gelse okçular tekkesinin şeyhinin kurallara uymak zorundaydı. Hatta şöyle denir, insanların makam mevki dikkate alınmadığı iki yer vardır, birincisi cami, ikincisi okçular tekkesi. Tabi bu tekke dini motif çağrıştırsa da aslında şimdiki anlamda bir spor kulübü niteliğinde. Fatih tarafından vakfiye edilmiş ve hep bu amaçla kullanılmış. Padişahlar da zaman zaman buraya giderek verdikleri önemi göstermişlerdir. Hatta II. Mahmut gibi menzil sahibi padişahlar da vardır tekkeye devam eden.

Okçuluk yarışmalarını dört kategoriye ayırmak mümkündür. Bunlar, en uzak mesafeye ok atmayı amaçlayan menzil yarışları, bir hedefe ok atarak isabeti önceleyen puta atışları, uzun bir direğin tepesine konan kabağa yapılan kabak atışları ve zırhı delmeye çalışılan darb atışlarıdır. Görüldüğü gibi aslında hepsi yarışma olarak yapılmaktadır ama burada asıl amaç savaşta karşılaşılan pozisyonlarda ok atışlarını mükemmel hale getirmektir. Zırhlı bir düşmanı saf dışı etmek için darb atışı, kale burcuna ok atmak için kabak atışları hep bu savaşa hazırlık çalışmalarıdır aslında. Eskiden birkaç şehirde bu amaçla kullanılan meydanlar bulunmaktadır. Hatta Trabzon’da ben öğrenci iken “kavak meydanı” diye tabir edilen Trabzon lisesinin önündeki meydanda kaldım. Uzun zaman neden acaba buraya kavak meydanı dendiğini de anlayamadım. Hiçbir kavak ağacı yok ve kavak satılan bir yer değil. Daha sonra Ünsal YÜCEL hocanın kitabında kabak meydanlarından birinin de Trabzon’da olduğunu okuyunca buranın kabak meydanlarından biri olabileceğine dair araştırma yaptım. Trabzon’da yaşlılar da aslında buranın kavak değil kabak meydanı olduğunu ifade ettiler. Tabi zamanla halkın söyleyişi değişmiş.

Tabi ecdat çok küçük yaşta okçuluğa başladığı için şimdi bile afaki gelen birçok atış çok rahatlıkla yapılmıştır. Örneğin meşhur okçularımızdan Tozkoparan İskender 846 metre menzil atışı yapmıştır. Savaş yayları 80 libreden başlamaktadır ki bugün bizim çekiş kuvvetimizin üstündedir. 240 librelik bir yayın tahrip gücünü hayal edin, müthiş bir silah. Yarışmalarda çok sıkı kurallar uygulanmıştır ve kayıt altına alınmıştır. O kadar titizlik gösterilmiştir ki menzil atışlarında eğer menzil kırıldıysa okun düştüğü yeri havaya sarıklarını atarak haber veren “havacılara” iyi ücretler ödenmiştir. Ölçümler ve atışlar şahitlerin huzurunda yapılmış ve kaydedilmiştir. İşte bugün birçok insanın mezar taşı zannettiği aslında rekor kırıldıktan sonra dikilen nişan taşlarıdır. Görüldüğü gibi aslında bizim çok zengin ve kayıtlı okçuluk tarihi geçmişimiz var. Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan Okspor sanırım daha sonra fesh oluyor. Yay yapan usta zaten kalmamış ve bu kültür unutulmuş. Aslında yay yapımı ve okçuluk bunun için de çok önemli. Unutulan önemli ve mükemmel hale getirdiğimiz ve bize Anadolu’nun kapılarını açan bir kültürü yeniden ayağa kaldırma ve tanıtmak gerekiyor. Geçen yıl UNESCO somut olmayan kültür varlıklarına alındı geleneksel Türk okçuluğu ve federasyonu kuruldu. Son yıllarda çok güzel ilerlemeler oldu ama yay yapımı konusunda hala emekleme aşamasındayız ama malzeme temini konusunda devlet desteği sağlanırsa kısa sürede güzel ilerlemelerin olacağına inanıyorum.

Okçuluğun ayet ve hadislerde çok önem verilen bir savaş aracı olduğu ifade ediliyor. Sağlam kanıtlı ve destekli dini referansları var. Bu nedenle Selçuklularda ve Osmanlılarda bu yönüyle yarı kutsal sayılmıştır yay ve okçuluk. Yayın kurulması ve yasılması esnasında kabzanın öpülerek alına konulması bu referansların somutlaşmış halidir. Ayrıca Okçular Tekkesinde yapılan törenler de bu doğrultudadır. Büyük kabza alma, küçük kabza alma ve yen kuşanma esnasında okçu sırrı denilen bir sır söylenmektedir. Peygamberimizin miraç mucizesinde de Allah’a bir yay mesafesi kadar yaklaştığı gibi bir ayet de var hatırladığım kadar. Örneğin hadiste “çocuklarınıza ok atmayı, ata binmeyi ve yüzmeyi öğretin” deniyor. Dikkat ederseniz her üç spor da çocukların hem ruhsal hem de bedensel gelişmelerini destekleyen sporlar. Odaklanma sorunu olan ve hiperaktif çocuklara okçuluk yapmasını tavsiye ediyor doktorlar.

Okçulukla ilgili kültürümüz o kadar geniştir ki bu hem yazılı hem de sözlü kültürümüz çok zengin deyimler ve ifadeler barındırmaktadır. Özellikle şekil itibarıyla sevgilinin kaşının yaya benzetilir ve “keman kaşlı” diye tabir edilir. Oklar da genellikle sevgilinin bakışına benzetilerek kalbi delip geçen ve ızdırab dile getiren ifadeler olmuştur.

Ok ve yayın Türk kültüründe simgesel anlamını da burada vurgulamak isterim. Yay bildiğiniz gibi Türklerde hakimiyet sembolüdür. Bu sembolün yansımalarını Osmanlı padişah tuğralarında da yay kıvrımlı şekiller olarak görüyoruz. Ok ise davet ifade ediyor. Hatta bu gelenek hala Anadolu’da yaygın olarak devam eden bir kültür. Bizim köyümüzde (Menemen-Çukurköy) düğünlerde ve sünnetlerde hala davetiye yerine şeker dağıtılır ve bunu adına “okuntu” denir. Ben okçuluk kitaplarını derinlemesine okuduktan sonra dağıtılan “okuntunun” gerçekten okunmuş bir nesne değil davet amacını taşıdığının farkına vardım. Ege’de köylerde hala bu gelenek devam eder.

Deyim ve atasözlerimizde de okçuluk çok yaygın olarak yer almaktadır. Hemen aklıma gelen mesela “çile çekmek” deyimi, okçuluğa başlamadan önce kas güçlendirme ve doğru çekiş tekniğini oturtma amacıyla yapılan meşakkatli bir işi ifade eder. Ayrıca “kepaze olmak” tabiri de okçulukla ilgili bir deyim. Kepaze “çile çekme” de veya antrenman yapmada, ısınmada kullanılan gevşek yaya verilen isim. “iki dirhem bir çekirdek” ifadesi yine oka takılan temrenin ağırlığını ifade eden bir deyim. Ok gibi dosdoğru, ok yaydan çıkmak, ok gibi atılmak, kiriş kırmak, yabana atmak, havasını almak gibi birçok deyimi aslında günlük hayatımızda kullanıyoruz ve bunların çıkış kaynağı okçuluk.

Halk edebiyatımızda da okçulukla ilgili zengin bir kültür birikimimiz var. Özellikle deyişlerde görüyoruz bunu. Bu konuda yani edebiyatımızda ok ve yayın kullanımı konusunda akademik bir tez çalışması var mı? bilmiyorum ama yapılsa çok zengin bir içeriği olacağına eminim. Örneğin halk ozanlarımızdan Karacaoğlan bir koşmasında şöyle diyor;

 

Yiğit kendini övende,

Oklar menzili döğende.

Kılıç kalkana değende,

Kalkan gümbür gümbürlenir

Bu gibi koşmalar ve dörtlükler halk edebiyatımızda çok yaygın olarak kullanılmıştır. Divan edebiyatı bizim için anlaması zor diye gözümüz korkuyor ama burada da belki halk edebiyatından daha zengin bir ok ve yay kullanımı var.

Okçuluk çok güzel bir spor, hem zihnen hem bedenen insanı rahatlatan bir yönü var. “Ok atan dert atar” denir, hakikaten ok atmanın psikolojik olarak rahatlatıcı özelliği var. Özellikle çok stresli iş hayatı olanlara tavsiye ederim okçuluğu. Yay yapımı ise ayrı bir kültür. Bizim tarihimizde çok önemli yeri olan ve adeta asker millet olmamıza katkı yapan bir savaş aleti. Tarihimizi bu kadar etkileyen bir silah olmasına rağmen yapımının unutulması çok büyük bir gaflet bizim için. Bu yüzden unutulmuş bir kültürün tekrar canlandırılması olarak görüyorum yay yapımını. Şimdilik 3-5 kişinin bireysel çabasıyla ilerleniyor ama Geleneksel Türk Okçuluk Federasyonun kurulması ve Okçular Vakfının katkılarıyla çok daha hızlı ilerleme olacağına inanıyorum.

Her ilimizde geleneksel okçuluk kulüpleri var ve aktif olarak faaliyetteler. Hatta milli eğitim ve halk eğitim müdürlükleri de bu tür kursları destekliyor. Okçuluk devamlık isteyen bir spor. Her gün belirli sayıda kepaze çekilmesi gerekiyor. Zannedersem bunun arka planında Peygamberimizin “okçuluğu bırakan bizden değildir” hadisinin bulunması muhtemel. Bu antrenman da insanı sürekli zinde tutan bir eylem.

Yay yapımı için ise daha alacak çok yolumuz var. Federasyonun bu konuda öncülük etmesi ve destek sağlaması çok iyi olur. Uzun süreli kurslar açarak, bu işe gönül ve yıllarını vermiş iyi ustalarımızın yeni yay yapanları yetiştirmesini sağlaması gerekir.

Silahları seven bir milletiz ve ok ve yay en iyi yaptığımız bir silah. Bunu hamaset olsun diye söylemiyorum ama mütevaziliğe de gerek yok bu konuda. Türk yayı dünyanın takdir ettiği bir silah. Dolayısıyla hem bu kültürümüze sahip çıkmak ve hem de spor yapmak için artık okun yaydan çıkması gerek. Geç bile kalındı. Selam ve saygılarımla.




ORMAN MÜHENDİSİ KENAN YAVUZARSLAN İLE ŞİİR SÖYLEŞİSİ

Samsun 19 Mayıs baraj
gölü ve kuş cenneti civarında
orman kadastro çalışmaları

Kenan YAVUZARSLAN  ve Cemal SAFİ

2015 yılında Cemal SAFİ
ile birlikte Orhan Gencebay ziyareti

Savunan Adam için yazılmış şiir

ORMAN MÜHENDİSİ KENAN YAVUZARSLAN İLE ŞİİR SÖYLEŞİSİ

Röportaj: Erhan KILIÇ

Ormancılar Konuşuyor köşemizin Eylül ayı konuğu şair, müzisyen, söz yazarı, belgesel yapımcısı Kenan YAVUZARSLAN, madenci bir ailenin çocuğu olarak 1972 yılında Almanya’da dünyaya gelmiştir. 10 yaşındayken eğitimini Türkiye’de devam ettirmek için abisi ile birlikte memleketi Samsun’a kesin dönüş yapmıştır. İlkokulda Polis Haftası etkinlikleri kapsamında yazdığı şiirle Türkçe öğretmeni Hülya Perihan YALÇIN‘ın dikkatini çekmiştir. Öğretmeninin teşvikiyle şiirde ilerlemeye karar vermiştir. Bu dönemde Türkçe kelimeleri adeta hafızasına kazımak için her daim cebinde Türkçe sözlük bulundurmuştur. Şiirlerini hece ve aruz vezni ile yazan Kenan YAVUZARSLAN’ın serbest vezin ile yazılmış şiirleri de vardır. Sanat hayatı boyunca katıldığı şiir yarışmalarında çok sayıda ödül almıştır. Ancak sadece yarışma şairi imiş gibi algılanmamak için yarışmalardan uzaklaşmıştır. Yayınlanmış üç adet şiir kitabı mevcuttur. Bununla birlikte söz ve müziği kendisine ait olan Samsun ve ilçelerini anlatan yedi adet türkü TRT tarafından kayda alınmıştır.

1995 yılı İ.Ü Orman Fakültesi mezunu olan Kenan YAVUZARSLAN Samsun’da Orman Kadastro Başmühendisi olarak görev yapmaktadır.

Meslektaşımız Kenan YAVUZARSLAN şiir söyleşine  “… sen güneş, ben ise gölge” şeklinde tarif ettiği üstadı Cemal SAFİ’nin hikayesi ile başlamak istediğini belirtmiştir.

Yaralı Ceylan (Cemal SAFİ’nin şiir yolculuğu)

Hikâye, bir kamyonun şoför mahallinde başlar aslında.

Samsun Vezirköprü Kunduz Ormanları’ndan orman ürünü nakliyesi yaparken yol kenarında bir yaralı ceylan görür Cemal Safi, kamyonu durdurur, iner ve ceylanın yanına gider. Can çekişen yaralı ceylanın “simsiyah” gözlerini görür ve kalbine düşen yıldırımın acısı ile yanaklarını ıslatır. Yıllarca içinde bir kara delik gibi büyütür ve hiç unutmaz o “simsiyah gözleri”.

Zaman içinde ailesi işlerini Samsun’dan Ankara’ya taşır ve Cemal Safi de artık başkentli olur. Daha kalabalık sohbetler ve daha demli bir hayatın içinde bulur kendini. Hayatından birçok kadın geçer ama sadece geçer ve gider. Hiçbirinin bir tek saçı takılmaz gönül bahçesinin dikenli tellerine.

Yine bir dost sofrasında muhabbetin en demli yerinde bir kadın, tabakasından bir sigara çıkarıp narin elleri ile dudaklarının arasına alır ve ateşi olmadığı için istemsizce etrafına bakınır. Hemen yanındaki Cemal Safi, masada duran çakmağını alır ve rutin bir beyefendi edasıyla ateşinden ikram eder yalnızlığın soğuğunda üşüyen sigaraya. İlk nefesin tam ortasında henüz ellerini geri alamamışken, çakmağın ruhunu henüz kafesine tıkmamışken, gayrıihtiyari bir şekilde sigarasının beyaz rengini kızıla çevirdiği kadının gözlerine bakar. Şair’in  henüz esaret nedir bilmeyen yüreği bir anda kendini kocaman bir kara deliğin ortasında bulur. Yıllar önce yaralı bir ceylandan emanet aldığı o bakışı şimdi sigara dumanının sıcak griliği içinde yeniden keşfeder. Aynı hüzünlü bakış, aynı hükmedici güzellik, aynı pranga tam karşısında, bir nefes ötesindedir. Yaralı ceylanın içine düşürdüğü aynı yıldırımı yeniden düşürür o bakışlar, şairin Ankara Kalesi gibi mağrur kalbine.

Yaşı otuz sekizdir ve “O Şiirler” gelmeye başlar.

Sersefilim sevgilinin uğruna

Abdal oldum göç eyledim giderim

Hançer vurdum gençliğimin bağrına

Telafisiz suç eyledim giderim

Suçtur bu yangın çünkü. Yasaktır. Olmamalıdır. Fakat ne çare, söz geçmiyor kalbe ve onun hükmettiği kaleme. Adını söyleyemez hiçbir dostuna, yazamaz hiçbir şiirinde.

Adını kâğıda yazamıyorum

Gün olur yerlere atılır diye

Ellerim tutmuyor, çizemiyorum

Resmini görenler tutulur diye

Artık şairin yerine, sevdiğinin bir mahlası vardır şiirlerinde: “Ceylan”

Aşkın dört yılımı icraya verdi

Haczetti kırk sekiz ayımı Ceylan

Uykumu kahretti gönlümün derdi

Canıma kastetti iyi mi Ceylan

Tam dört sene bu cenderenin içinde yanar kavrulur Şair; en yaralı, en hüzünlü şiirlerini yazdığı zamandır bu kırk sekiz ay. Fakat ateşin hârı sakinleştikten sonra da bütün şiirleri o simsiyah gözlere yazmaya devam eder.

Bahtımdan kara kışın, ilk karşıma çıkışın

Gözlerimi ellere âmâ etti bakışın

Müdahil olmadılar ne kirpiğin ne kaşın

Tüm aklımı fikrimi yağma etti bakışın

Artık kemâle eren gönül çeşmesinin şiir için sebep aramasına gerek kalmamıştır ve her hüzünden bir “Ceylan” doğurmayı rutin hâline getirmiştir. Birçok şiir “Ceylan” niyeti ile bambaşka olaylardan mayalanmıştır. “Ayşen” mesela, Cemal Safi’nin yeğeninin sevdiği kadındır. Ankara Aydınlıkevler’de kurduğu şiir otağından her gece başka bir sefere çıkmaktadır artık Şair.

Yine bir hüzün akşamında sokakta bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken pencereden dışarıyı seyreden Şair, bir adam görür. Yolunu kaybetmiş gibidir. Yağmur iliğine işlemiş gibi perişan, soğuktan ziyade hüzünden sırılsıklam olmuş bir vaziyette nereye gideceğini bilmeyen bakışlarla etrafını süzerek geçer Şair’in penceresinin önünden. Şair, kendini o adamın içinde hisseder birden. Ve düşünmeye başlar: Acaba bu adam sevdiğinin evini mi arıyor, yolunu mu kaybetti ? En kötüsü de belki evi buldu ama sevdiği evde yoktu. İşte orada başlar en “dertli soru”nun şiiri:

Ya Evde Yoksan

Aşkınla ne garip hâllere düştüm
Her şeyim tamam da bir sendin noksan
Yağmur yaş demeden yollara düştüm
İçim ürperiyor, ya evde yoksan

…….

Bir orman yolunda başlayan hikâyeye aynı meridyende paralel bir gönülde bir ormancı da dahil olur.

…….

Kelam ehli bir ailede dünyaya gözlerimi açtım. Seksenli yıllarda sözün büyüsüne kapıldım ve şiirin gizemli deryasına düştüm. Hece ölçüsünü şiirlerimde yeni yeni kullanmaya başlamış ve boyumun ölçüsünü henüz almamış taze bir şair adayı idim.

Samsunlu her delikanlı gibi Orhan Gencebay dinler ve onun şarkılarıyla yakardık içimizdeki ateşi. Bir gün arkadaşlar ile video kaset kiralayalım da akşama film seyredelim dedik. Birkaç seçenek arasından hızlıca seçim yapıldı, tabii ki bir Orhan Baba filmi seçildi. Filmin bir sahnesinde Orhan Baba bir şarkıya girdi ve ben ekrana kilitlendim. Diğer şarkılarından çok farklı bir müziği vardı. Nihayet sözler duyuldu ve asıl büyülenmem o anda başladı.

Sersefilim sevgilinin uğruna

Abdal oldum göç eyledim giderim

Hançer vurdum gençliğimin bağrına

Telafisiz suç eyledim giderim

Başka sözlerdi bunlar, Orhan Baba’nın diğer şarkıları ile alakası yoktu. Film bitince o sahneyi tekrar tekrar izledim. Arkadaşlarıma “Bu şiir Orhan Gencebay’ın değil.” dedim. “Hadi ordan” dediler, “Orhan Baba bütün sözlerini kendi yazar.” Ne kadar ısrar etsem de kimse dinlemedi. Fakat ben vazgeçmedim. Mahallede Orhan Baba seti olan abilerimizden Manav Mustafa abiye gittim. Durumu anlatınca ondan da aynı tepkiyi aldım: “Orhan Baba bütün sözlerini kendi yazar.” Israr edip kasetin kapağını istedim, gönülsüzce uzandı ve açtı. Şarkıyı buldu ve “Şiir: Cemal Safi” yazısını beraber okuduk. Bendeki “ben biliyordum” bakışını anlatmam mümkün değil.

Ondan sonra benim için bir Cemal Safi araştırması başladı. O vakitten sonra çıkan bütün Orhan Gencebay albümlerinin ilk önce Cemal Safi imzalı şarkıları dinlendi. Hatta sadece o şarkıların olduğu karışık bir kaset yaptım ve sadece onu dinlemeye başladım. O sırada Vurgun, İmkansız, Telefonda Sen vb. Cemal Safi imzalı Türk sanat müziği eserleri popüler oldu. Hayran olduğum şairle aynı dönemde yaşıyordum ve tanışmayı çok istiyordum ama nerede, nasıl olacak, en ufak bir fikrim yok. Bir akşam TRT 1’de bir programda şiir okudu, o zaman yüzünü ilk kez gördüm, Ankara’da ikâmet ettiğini öğrendim.

Sonra bir şiir albümü çıkardı ve albüm kapağında telefon numarası vardı. Yıllardır beklediğim fırsat fakat arasam ne diyeceğim. O kararsızlık içinde orman fakültesini bitirdim ve Ankara’nın Polatlı ilçesinde askerliğe başladım. Dört ay boyunca her hafta sonu gitme kararı verip sabahında caydım. Askerlik sonrası “Yaralı Ceylan Hikâyesi”nin başladığı Samsun’un Vezirköprü ilçesinde yevmiyeli orman mühendisi olarak çalışmaya başladım ve 2 sene geçmeden 1998 yılı Ağustos ayında ilk atama ile Ankara’ya tayinim çıktı. Yine her gün arama kararı verip peşinden “ne diyeceğimi bilemediğim için” vazgeçme seansları başladı. Aylarca hep bir sebep bekledim, söyleyecek bir sözüm olmalıydı ve görüştüğümüzde bana “şair” demeliydi.

1999 yılı, bir şubat sabahı uyandım ve gece yazdığım şiiri tekrar okudum, sonra bir daha okudum. Tamamdı, artık arayabilirdim.

Ertesi gün Aydınlıkevler’deki bürosunda ziyaretine gittim. Kapıyı açınca elini öptüm, beni içeri davet etti. Bir odaya girdik, ceviz bir masa ve arkasında deri bir koltuk. Tam karşısında nispeten alçak oturumlu mütevazı koltuğa oturdum. Bütün duvarlar ödüllerle, plaketlerle dolu. Cemal Safi yerine oturdu ve arkasına yaslandı. Sadece omuzları ve başı görünüyordu, üstelik yüzüme de bakmıyordu. Kısa bir sohbetten sonra “Yazıyor musun?” dedi. Tereddütle karışık bir “evet” diyebildim. “Oku o zaman!” dedi, iyice arkasına yaslandı, artık omuzları da görünmüyordu. Süngü hücumuna geçen asker misali derin bir nefes aldım ve okumaya başladım.

LÜGATİM YETMEZ

Kaç yıldır niyetim var da korkarım

Huzura varmaya biatım yetmez

O umman gözlere nasıl bakarım

Ayakta durmaya takatım yetmez

Diyelim ki “Buyur, gel otur” dedi

“Nedir arzuhâlin, anlat ivedi”

Söylemez ki dilim unvanım neydi

Mazeret yazmaya fakatım yetmez

Denir mi, sen güneş, ben ise gölge

Sevdanı bilmişim yoluma bilge

Hâlimin izahı işte bu belge

Çünkü anlatmaya sebatım yetmez

Zaten anlatsam da bulunmaz tekin

İçim içimi yer otursam sakin

Huzurda olmasam coşarım lakin

Lisanım tutulur, lügatim yetmez

Dilimi çözmeye ne selam kâfi

Ne de bir başkası hepsi izafi

Ayakta tutacak iksire safi

Bağımda bahçemde nebatım yetmez

Ben de bir oğluyum usta Şimal’in

Bilirim sendedir yolu kemalin

Kalp gözüm seyrine dalıp Cemal’in

Hasreti yenmeye şubatım yetmez

     Şiirin başında sadece yüzü görünen o koca çınar kollarını masaya koymuş ve öne doğru eğilmişti. Yüzünde, define bulmuş avcı mutluluğu ile “Sen şairsin!” dedi. Tebessüm ettim, derin bir nefes aldım ve “eyvallah” dedim.

     O günden sonra uzun yıllara yayılan bir usta-kalfa serüvenimiz oldu. Onlarca kez aynı sahneyi paylaştık. Samsun’daki bütün programlarında sunuculuk yaptım. En son 2017 yılında yine hikâyenin başladığı yerde, Vezirköprü’de beraber sahnedeydik; ortak şarkımızı söyledim ve o da şiirini okudu. Ondan 2 hafta sonra Akçay’da yoğun bakıma alındı ve 11 ay dayandı. Ta ki o ilk bakışın gönlüne ateş düşürdüğü 17 Nisan gününe kadar. Aşka gözlerini açtığı gün hayata gözlerini kapadı.

     Nurlar içinde yatsın…